EDEBİYATA MÜSLÜMANCA BAKMAK
Müslüman hangi zaman ve zeminde olursa olsun, bütün tavırlarını İslâm’a göre ayarlamak mecburiyetindedir. Bu, sıradan bir eylem değil, ölçüsü bizzat Allah (cc) tarafından çizilmiş ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) tarafından pratiğe konulmuş bir hayat biçimidir.
İslâmiyet’i kendisine bir hayat nizamı olarak kabul eden, başta Ashab-ı kiram olmak üzere tarih boyunca bütün müntesipler, Kur’an’ın çizdiği ve Peygamberimizin (sav) pratikte uygulamasını gösterdiği bu yolu kendisine şiar edinmiş ve bu süreç devam edip, bugünlere gelinmiştir. Yani Müslümanlar hayata ait meseleleri değerlendirirken, işin merkezine İslâmiyet’i koyarak yorumlarını ona göre getirmişlerdir.
Çağın 21. asır olması veya içinde bulunduğumuz şartların bizleri çok zor durumlara sokmuş olması, bu genel hükümlerin değişmesini gerekli kılmaz. Müslüman’ın dün olduğu gibi bugünde, hangi zor şart içinde olursa olsun Müslüman’ca tavır takınması inancının bir gereğidir. Ancak ne kadar hazindir ki, günümüzde bazı yanlış anlayışlar türemiş ve İslâmiyet’i kendisine hayat nizamı olarak kabul edenler, ortaya koydukları tavırlarla inançlarına zıt hareket etmeye başlamışlardır. Bunu yaparken de, kendilerine değişik kılıflar bulmakta bir beis görmemişlerdir.
Bu gerçeklerden hareket ettiğimizde karışımıza bazı sorular çıkmaktadır:
İnançlı insanlar olarak inandığımız İslam hayatımızın her alanına hakim mi?
Yemede, içmede, ferdi ve sosyal hayatımızda, ailemizde, ticaretimizde İslam prensipleri mi geçerli yoksa batılı ilkeler mi?
Yazarken, çizerken, okurken İslami çizgilere dikkat ediyor muyuz?
Günümüzde inanmış insanların hayatlarında kısa bir inceleme yaptığımızda maalesef bu tür sorulara gönül rahatlığı içinde “Evet” diyebilenlerin sayısının çok olmadığı ortaya çıkıyor.
Hangi sebeplerle olursa olsun inandığımız İslam’ın esaslarını hayatımızın merkezine yerleştirememek bir paradoks ve Müslümanlar olarak bu paradoksu aşmak zorunda olduğumuzda hayati bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Konumuz edebiyat olduğuna göre bu alanda da aynı paradoksu yaşıyoruz maalesef.
Okuduğumuz, yazdığımız, çizdiğimiz eserlerde inancımız ölçüsünde bir hakimiyet kuramadığımızın açısını yaşıyoruz.
Edebiyatımız milli ruh ve düşünceyi hayatın her ünitesinde, inancımıza ait has renk ve çizgileriyle bir dantela gibi işleyemiyor ve nesillerin nazarına arz edemiyor.
Romanlarımız, şiirlerimiz, piyeslerimiz, türkülerimiz inancımız değerinde hissiyatımıza tercüman olamıyor.
Vaizler kürsülerde, hatipler minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri karşısında, edebiyatçılar eserlerinde, bu millet gibi düşünemiyor, bu millet gibi heyecanlanamıyor.
İnancımızı yok etmek isteyen hasımlarımız ise, açıktan açığa bize ait her güzel teşebbüsü engellemek için akla hayale gelmedik oyunlar sergiliyor.
Böyle bir zaman ve zeminde inancımızın, düşüncemizin, edebiyatımızın, sanatımızın ve bize ait hayatın her ünitesinin zihni bulandıranlara karşı korunması, ülke sınırlarının barbarlara karşı korunması kadar önem azr ediyor.
Dikkatli bir gözlemci bugün piyasada olan sanat ve edebiyat eserlerinin bizim inancımıza tam uygun olmadığını, bizim renklerimizi taşımadığını, bizim inançlarımızı soluklamadığını hemen fark edebiliyor.
Neredeyse üç asırdır Batı sultası altında daima bir yenilgi yaşayan insanımız, ekonomik, askerî ve sınaî alandaki geri kalmaya müvazi olarak, onların kültürel baskıları altında kaldı. Batı fikir laboratuvarlarının ürettiği eserler bizdeki Batı hayranları tarafından hiçbir muhakemeye, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmadan “Batılı olacağız” hayalleriyle baştacı edilerek piyasaya sürüldü. Yılların verdiği açlıkla Batı’dan gelen, ne olursa olsun herşeye sarılan aydınlarımız(!) ve onların aynı ‘kültürel koloni’ içinde yetiştirdiği ‘titrli’ bir sürü hayran, edebiyat-sanat adı altında gelen felsefi eserlerle edebiyat ve sanat yapıyorum diye avunup durdu.
Ve bugün maalesef inanmış insanlar olarak da bu zihniyetteki insanların eserleri baştacı yapılmakta, en son söz hakkı onlara tanınmakta ve sanki bu iş sadece orada yapılır nevinden komplekslere kapılmalar yüzünden büyük bir ‘mefhum kargaşası’ yaşanmaktadır.
Kendi ideolojilerini sanat ve edebiyat adı altında piyasaya süren bir sürü Batılı filozof, ideolojik telkinler sayesinde insanımızın “düşünen adam” değil, “başını sallayıp maaşını alan adam” olmasını arzu etmiş ve bunda da bayağı başarılı olmuştur. Diğer ilimler gibi edebiyat ve sanatı da, insanlığın yaratılış maksadını anlamada vasıta olarak kullanma yerine sadece bir kısım “hazları tatmin aracı” olarak empoze eden Batılı filozoflar ve onların “düşünmeden taklit eden mukallitleri” insanımıza bir sürü çıkmaz yol göstermiş ve neticede, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi konuşmayan, bizim gibi sevinmeyen bir neslin oluşmasına sebep olmuşlardır.
Fikirlerin fikirlerle çarpıştığı bir arenada yaşıyoruz. Burada kendimize ait ölçülerde bir system ortaya koymazsak ezilir gideriz. Bizde her şeyi batıdan almak moda olmuş iki asırdır. Edebiyat konusunda da bu böyle. Bugün piyasada olan, romantizmden, realizme, sürrealizmden idealizme ve oradan da naturamlizme kadar birçok edebiyat akımına baktığımızda hepsinin bir İzm’ in gölgesinde geliştiğini görürüz. Biz Müslümanlar olarak hayata müslümanca bakmak zorundayız. Edebiyatta hayatımızda yer tutacaksa ona İslami bir kimlik vermek zorundayız. Bediüzzaman “Niyet ve nazar eşyanın mahiyetini değiştirir ” der. Ne kadar haklı. Siz bir sanat eserine bakarken ondan yaratılışa ait ibretler çıkarırken, başkaları faydacı davranabilir. Bu bakışla alakalı bir şey. Siz Allah (cc) hesabına kâinata bakarsanız o serapa ilimdir. Ama eşyaya sadece kendi hesabına göz gezdirdiniz mi cehil olarak çıkar karşınıza. Onun için edebiyatı da “sıbğatullah”la boyamak gerek diye düşünüyorum.
Edebiyat, “duygu, düşünce ve hayallerin söz ve yazı ile, güzel ve tesirli bir şekilde anlatılma sanatı” olarak tarif edilmektedir. Bu genel tarif içinde baktığımızda edebiyat bir araç olmaktan öte bir şey değildir. O zaman bu aracın nasıl kullanılacağı akla gelir. İşte her düşünce bunu kendi menfaati doğrultusunda kullanmaya çalışmış ve buradan değişik edebiyat akımları ortaya çıkmış. Bakın Necip Fazıl bu hususu ne güzel dile getirmiş: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış, Marifet bu gerisi çelik çomakmış”. Bizde diyoruz ki, İslami edebiyat, İslam’dan beslenmiş “diri gönlüm, selim vicdanın, doğru düşüncenin, kurucu hayalin doğrultucu duyguların neşredicisi” olsun. Batıl ve pes şeylerin içine dalmasın. İnsanı bağırsak organizasyonu olarak göstermesin. Madde ve manasıyla bütün olarak değerlendirsin.
Edebiyata Müslümanca Bakış, inanmış bir insane olarak edebi eserlerle muhatap olma sürecimde zihnimde oluşan tereddütlerin cevaplarını ararken kaleme aldığım düşüncelerden oluşmaktadır.
Piyasadaki eserlerde bulunan mevcut tehlikeleri inancımın bana tanıdığı bakış açısıyla tespit ederek bunlardan kurtuluş yollarının ne olabileceğini göstermeye çalıştım. Bu hususta bazı hakikatleri anlatırken şüphesiz incinenler olacaktır. Ama hayatımda edindiğim şu prensip, incinenlerin incinmelerini sıfıra indirecek güzelliktedir:
“Hakk’ın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez, hakkı söyleyeceğim, bu hususta kimin hatırı kırılırsa kırılsın.”
Bu düstur doğrultusunda, hakikat yolunda gördüğüm doğruları ilan için gereken tenkitleri yapmaktan kaçınmadım. Bu arada his ve düşünce ufkunu okşayacak birkaç hakikati de ayrıca ortaya koymaya gayret ettim.
Selim ÇORAKLI
Gazeteci – Yazar